R. Levent Işık / İslam Ekonomisine Farklı Bir Bakış

Bankacı ve yazar olarak yaşamını sürdüren Levent Işık, Gürçin Gökçebağ ile gerçekleştirdiği röportajında önemli konular hakkında açıklamalarda bulundu 

Sizi biraz tanıyalım isteriz.

Tabii ki, ben Levent Işık. 1988 İstanbul doğumluyum. 2011 yılında Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden mezun olduktan sonra bir katılım bankasında Müfettiş Yardımcısı olarak çalışma hayatına başladım. Sırasıyla Müfettişlik ve Başmüfettişlik pozisyonlarında çalıştıktan sonra bankamızın Manisa Şubesine Müdür olarak atandım. Birkaç aydır da bu ünvanla çalışmalarıma devam ediyorum. 2018’den bu yana ekonomi tarihi ve İslam İktisadı konulu beş kitap yayınlamak nasip oldu. Üniversitelerin ilgili kulüplerinin düzenlediği etkinliklerde İslam İktisadı ve Katılım Bankacılığı konulu eğitimler vermeye ve bankamda da bu alanda tertip edilen eğitimlerde görev almaya gayret ediyorum.

Kitaplarınızı inceleme fırsatım oldu. Özellikle “Sömürge” isimli olan çalışma çok ilgimi çekti. Tüm dünyaya çıkış yolu olarak İslam merkezli ekonomik modeller öneriyorsunuz. Gerçekten dünyayı bu ekonomi modellerinin kurtaracağına inanıyor musunuz?

Elbette hayır. İnsanlığı kurtaracak yegâne enstrüman ahlaktır. Kullandığım ahlak kelimesini iyi anlamak lazım ama. Bu ahlak kelimesinin temelinde ortak insani değerler olmalı. Coğrafyaya, ülkeye, millete, dine göre değişmeyen, tüm insanlığı kapsayan ortak ahlaki öğretileri içeren bir ahlak anlayışı. İnsanlığın bundan başka kurtuluşu yok. Bu tüm dünyada kabul gören ortak ahlaki değerler aklımıza ve gönlümüze girmedikçe, hayatlarımızı bu değerlerin çizdiği bir çerçevede yaşamadıkça hangi ekonomik, siyasi, idari, mali sistem olursa olsun dünya bugün olduğu gibi evrenin zulüm merkezi olarak kalmaya devam edecektir.

Peki, İslami Ekonomi olarak tabir ettiğiniz öğreti bu denklemin neresinde?

Tam da merkezinde. Bugün biz katılım bankalarını dünyanın neresinde kurarsak kuralım emin olun rağbet görür. Çünkü insanlığın başındaki en büyük belalardan biri olan faizi dışlayan, ortaklığı ve risk paylaşımını teşvik eden bir sistem. Bu sadece İslam’a ait bir hassasiyet değil. Din gözetmeksizin tüm insanlığın iç dünyasında idealize ettiği ahlak tablolarının hepsinde kendine yer bulabilecek, adil bir arzunun yansıması. Tabi ki dünyayı sermayeleri ile sömüren, zulümle varlığına varlık katan sistemin sahibi olan birkaç bin kişiden mütevellit sistemin sahiplerinden biri değilseniz.

İslam’ı ekonomi anlayışı; sürekli olarak yatırım yapmaya, toplumun refah seviyesini artırmak koşulu ile büyümeye, âtıl kaynak bulunmamasına, belirli periyotlarla zenginliğin bir bölümünün toplumun en alt kesimi ile bölüşülmesine ve bu sayede sınıflar arası uçurumları açılmasının engellenmesine, yani zenginliğin serbest girişimi ve mülkiyet hakkını zedelemeden regüle edilmesine, sürekli olarak da yardımlaşma teşviki ile de tüm toplum arasında kalbi bağların güçlendirilmesine dayanıyor. Servetin belli ellerde toplanmasına ve bunun toplumun kalanı üzerinde bir baskı ve menfaat aracı olmasına izin vermiyor. Fırsat eşitliğini emrediyor. Toplumu topyekûn mutlu edecek bir büyüme istiyor. Bunlar gerçekten insani tüm değerleri kapsayacak bir ekonominin kaideleri. Dünyada şu an böyle bir sistem var olsa ne Afrika’da ne Ortadoğu’da ne de Asya’nın ücra köşelerinde bugün yaşanan zulümler, vahşetler asla gündemimize giremezdi. Uluslararası yüzlerce kriz hiç var olma şansı bulamazdı.

Tarih gerçekten de Marksist öğretiyi bir konuda kuşkuya yer bırakmaksızın doğruluyor. Baştan sonra sınıf mücadelesi ile dolu yani ekonomik değerlere sahip olma kavgası. Bu nedenle tüm kutsal kitapların da semavi olmayan dinlerin de öğretilerinin ve emirlerinin içinde çok sayıda ekonomik meselelerle alakalı kısımlar var. Bütün peygamberlerin hikayelerine bakın. Hepsinde sömürü sistemini kurmuş belli bir elit azınlık ile mücadele var. Bunlar bazen krallar, bazen kabileler bazen halkı sömüren din adamları olarak karşımıza çıkıyor. Değişmeyen şey ekonomik sömürü.

İşte İslam’ın ekonomik kaideleri, servetin belli ellerde toplanıp zulüm aracına dönüşmesine izin vermeyen, fırsat eşitliği sağlayan, aşırı zenginleşmeyi zekat ve sadaka kanalları ile regüle etmeye çalışan, oluşturduğu birlik beraberlik kültürü ile ihtiyaç sahibi ile güç sahibini birbirine kenetleyip aslında bugünün hakim ekonomi anlayışına göre hiç rasyonel olmayan ekonomik yardımlaşma faaliyetlerin ortaya çıkmasına neden olan, ortaklık ve ticaret kültürünü besleyen, riski paylaştıran, ihtiyaç kavramını kapitalizmin bize dayattığı meşru ya da gayri meşru hayvani arzuların dayanağı olmaktan çıkarıp dünyanın gelecek nesillere de ait olduğunu unutturmadan sadece bir sınav yeri olduğu vurgusunu yapan bambaşka bir dünyanın tasvirini ortaya koyuyor. Böyle bir ekonomik sistemi hangi dinden, milletten, görüşten olursa olsun vicdan sahibi olan ve İnsanlığın ortak değerlerine saygı gösteren herkes alkışlar, herkes destekçisi olur.

Peki neden böyle bir dünya yok karşımızda? Bırakalım dünyayı bir tane bile bu şartları sağlayan Müslümanların yaşadığı bir ülke yok. Ya da var da biz mi bilmiyoruz.

Ne yazıktır yok. Bu kafayla devam edersek olmayacak da. Bunun sosyal, siyasal, tarihsel bir sürü nedeni var. Kafalarımızı boşaltamıyoruz. Geçmişin mirası üzerine yine geçmişin yöntemleri ile bir şeyleri inşa etmeye çalışıyoruz. Acı güç ile ön plana çıkmaya çalışıyoruz. Hamaset davası var tüm İslam ülkelerinde birbirlerine karşı. Bunu acı güçle 11. ve 12. yüzyılda denedik. Sonucu perişanlık oldu. Hem Haçlılar hem de Moğollar talan etti İslam Dünyasını. Sonra bunu klasik yöntemlerle başarabildi Osmanlı. Ama aradan 600 yıl geçti. Dünya artık bambaşka bir yer. Acı güçle, hegemonya siyaseti ile bırakın ülkeler arası sağlıklı bir münasebet kurmak iki mahalleyi bile koordine edemezsiniz artık. Paradigma değişti. Geçerli tek akçe var artık. Ekonomi. Toplumların refahını artırırsanız peşinizden gelirler. İşte o zaman da kültürel ve tarihsel mirasını çarpan etkisi oluşturur. Yoksa geri kalan tüm yollardan yapılacak denemeler sadece kabuk bağlamaya çalışan yaraları yeniden kanatır. Öyle de oluyor zaten.

Siyasal açıdan değerlendirildiğinde İslam Ekonomisini nereye koyuyorsunuz?

Ekonomik bir sistemin savunusu illaki siyasal süreçlerle iç içe olmalıdır. Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, liberalizm. Hepsinin ortaya çıkış nedeni aslen ekonomik kaynakların nasıl kullanılacağı ve paylaşımın nasıl olacağı konuludur. Yani siyasal hareketler ekonomik faaliyetlerin çizdiği yollarda seyahat eden bir nevi taşıma araçlardır. Bu ekonomik sistem nasıl bir siyasi görüşün parçası olabilir diye soruyorsanız emin olun bu beklediğiniz üzere milliyetçi muhafazakâr bir siyasal görüşün gölgesinde büyüyebilecek bir sistem değil. Kuruluşu ve gelişimi belki böyle bir iklime ihtiyaç duyabilir. Ama İslam Ekonomisinin tam manasıyla çalışması ve vazifelerini yerine getirebilmesi için çok ciddi bir sosyal devlet anlayışına ihtiyaç var. Ama burada da yanlış anlama olmasın. Sosyal devlet deyince aklınıza sol tandanslı bir siyasi coğrafya gelmesin. Almanya, Norveç, İsveç gibi ileri demokrasiye sahip ama biryandan da çok net kanunları kuralları olan, toplumsal meselelerde af kelimesi lügatinden çıkarmış, toplumun zararına en ufak bir girişimde bulunan kim olursa olsun istisnasız cezalandırılsın, vatandaşının haklarını sonuna kadar savunan, sorumluluklarını yerine getirmediğindeyse tolerans tanımayan, kirasından çocuk yardımına, yaşlıların bakımından hayvanların korunmasına kadar her alanda net ve tavizsiz sistemi olan ülkelerden bahsediyorum. Böyle bir ülkede adı İslam ekonomisi olmayan ama bizim Kitabımıza ve değerlerimize çok daha uygun, insan hayatına, onuruna ve evrensel değerlere entegre, refah seviyesi yüksek ekonomik sistemlerin var olduğunu görüyoruz. Diğer tarafta dönüp baktığımızda İslam Dünyasının ülkeleri kelimenin tam anlamıyla haksızlık, adaletsizlik, yağma, zulüm, kavga, fakirlikle dolu. Bu ülkelerin ortak tek özelliği ise milliyetçi muhafazakâr ekipler tarafından yönetilmesi. Halbuki bence be milliyetçiler ne de muhafazakâr orası da apayrı bir mesele. Ambalajla içindeki farklı. Bu 57 ülke içinde kömürlerin içinde elmas gibi parlayan, dünya ile entegre, kaliteli insan yetiştiren, Batı ile entegrasyonu en yüksek olan, jeopolitik olarak dünyanın en stratejik topraklarına sahip, kültürel miras açısından tarihin en zengin ülkelerinden biri olan Türkiye inanılmaz bir potansiyele sahip.

İşte bu potansiyelin değerlendirilmesi lazım. Türkiye’nin sistem ülkesi olması lazım. Kurumlarıyla ve özellikle adalet sistemi ile tüm dünyaya güven veren bir ülke olması lazım. Sosyolojik ve siyasal anlamda kendi coğrafyasındaki ülkelerden artık rol model olacak bir pozitif ayrışmayı başarması lazım. Bunu görece 2002-2011 yılları arasında başardı da. Çok ciddi bir dönüşüm süreci yaşandı. 80 yıldır ülkenin sahibi olduğunu iddia eden çağ dışı bir anlayış çerçevesinde devlet içinde kümelenmiş çıkar grupları dağıtılıp sivil irade ülkenin yönetimini ele aldı. Tüm dünyanın yakından takip ettiği ciddi bir demokrasi rüzgarı estirildi ülkede. Sosyal devlet anlayışında çok ciddi adımlar atıldı. Fakat coğrafyanın gerekleri ve dünya siyaseti bizi bambaşka bir tarafa sürükledi. İslam iktisadının tüm fakülteleri ile neşet etmesi için yine o iklim lazım. O iklimi tekrar yakalayıp bozulmadan bir 10 yıl mümkünse 20 yıl devam ettirilmesi halinde tüm dünyaya örnek olacak bir ekonomi anlayışının ortaya çıkması muhtemeldir.

Dünyanın en güzel coğrafi ve iklim şartlarına sahibiz. Tüm dünyayı etkileyecek derecede dinamik bir genç nüfusumuz var. Doğru eğitim, kusursuz bir adalet sistemi, azim ve israftan kaçınan, hevesleri için değil insanca yaşamak için gayret gösteren bir bilinçli bir toplumla, bir 10 ya da 15 senemizi disiplinli şekilde katma değerli ürünler ortaya koyarak, gençlere fırsat vererek, faiz tabanlı değil risk paylaşımı, ortaklık temelli yatırımlar ortaya koyarak, adil bir vergi sistemi ve kaynaklara liyakat bazlı kolay ulaşımı sağlayarak bu ülkeyi yepyeni bir efsanenin başkahramanı yapmamız işten bile değil. Adının başında illa İslam ekonomisi yazmasına gerek yok. Faizin Avrupa’daki gibi sıfırlandı, adil şartların sağlandığı, iyi eğitimin herkese ulaştığı, sosyal devlet anlayışının popülist politikalarla geçici olarak değil kalıcı olarak gerçekten her kesime ulaştırıldı, yatırım ve ortaklık temelli bir ekonominin neşet ettiği bir ülkenin bu kadar çok maddi manevi kaynakla beraber bu işe kalkışması halinde sonucun başarıdan başka bişey olması imkansızdır. İşte o gün geldiğinde “bu insanları diğerlerinden ayıran nedir? Nasıl başardılar?” sorusunun cevabı zaten koskocaman harflerle yazılmış şekilde “İSLAM” olacaktır. Onun kusursuz ahlaki öğretileri olacaktır. Yoksa bu iş milliyetçi muhafazakar bir şemsiyenin altında geleneksel enstrümanlar yürütülmekte çalışıldıkça daha çok çiçek açması, daha çok meyve vermesi gerçekten zor. “İslam eşittir evrensel değerler çerçevesinde sömürüye izin vermeyen bir yaşam sistemi ” denkleminde kurulmalı bu büyük plan. Ortak payda bu olmalı. İlk ortak kanaat bu olmalı. Burada da mesele ekonomiyi öteleyip siyasete kayıyor işte. Melese tam burada başlıyor. İçimizdeki parçalanmışlık ortak tek bir değere bile beraberce sahip çıkmamız izin vermiyor. Kan davası var sanki aramızda. Koskoca bir ailenin birbirlerinden nefret eden bayramda düğünde bir araya gelebilen ikinci nesil kuzenleri gibiyiz. Akıl almaz bir durum. Tam bir kördüğüm. Biz çözemedikçe ellerimize, ayaklarımıza, boyunlarımıza dolanıyor.

Bir ekonomistten ziyade bir politikacı havasıyla savunuyorsunuz bu iktisadi sistemi.

Yazının ortaya çıkmasının, devlet aygıtının ortaya çıkmasının, politikanın ortaya çıkmasının hatta dünyadaki tüm kurum ve kuruluşlarının ortaya çıkmasının sebebi iktisadi faaliyetleri. Ekonomi doğrudan doğruya politikadır. Bu nedenle bence şaşılacak bir durum yok tavrımda. Bir akademisyen değilim. İktisadi meseleler hakkında kaygıları ve hayalleri olan bir düşünür olarak tanımlıyorum kendimi. Dolayısıyla heyecanlı ve tutkulu bir şekilde insanlığın ve milletimin faydasına olduğunu düşündüğüm bir ekonomik sistemi savunmam gayet normal olmalı.

Peki o zaman, daha politik bir soruyla devam edelim. Devletin bu alandaki gelişmelere yeterli desteği vermediği iddiası var.

Bu iddiada bulunanlara “Kime göre yeterli destek verilmedi?” diye sorarım. 1983’te bir bakanlar kurulu kararı ile hayatımıza girdi bu kurumlar. Dönemin vesayet güçlerinin hayali rejim korkuları üzerinden kurdukları akıl almaz baskı sebebiyle tüm Ortadoğu ve Güney Asya ülkelerinde hızla yol alınırken 2002’ye kadar bu sistemin savunucusu kurumlar bırakın gelişip serpilmeyi, hep tedirginlikle hizmetlerine devam ettiler. Koskoca 19 sene… 2001 yılında kapatılmalı gündeme geldi. Rahmetli Ecevit ve Sayın Bahçeli dik durmasalardı İhlas Finans olayını bahane edip kurdukları planı devreye koyacaklardı. 2005 yılına kadar tabi oldukları bir kanun bile yoktu bu kurumların.

Tam ortasında bulundukları coğrafyadan bu ülkeyi tecrit etmek adına uzun yıllardır elinden geleni yapanları, petrol krizinden sonra potansiyel taşıyan İslam ülkelerine Ortadoğu’dan para yaparken zihniyetleri yüzünden bin yıllık tarihi mirasımıza sırtını dönenleri eleştirmek lazım. Türkiye’ye yarım asır kaybettirdi bu zihniyet. Doğu ve Batı arasında köprü olup bu vazifenin ekonomik ve siyasal anlamda meyvelerini toplamak varken tüm fırsatların kaçırılmasına neden oldular. Bizi bizi sevmeyenlerin, bizi reddedenlerin sahte birer kopyasına çevirmek istediler. Yüzlerce fırsat kaçtı, gitti elimizden.

Diğer yandan bu kurumlar bu milletin tarihi ve kültürel kodlarına uygun olarak oluşturulan yeni siyasi paradigmanın gölgesinde 2005’ten sonra inanılmaz bir büyüme kaydettiler. 2021’e gelindiğinde bu kuruluşlardan biri artık ilk 10 banka içerisine girmiş durumda. Yurt dışında bile şubeler var. Dünyaya bu işi ihraç edecek, öğretecek, Türk ekolünü anlatacak öğrenciler yetiştiriliyor. Lisans, yüksek lisans, doktora dahil 36 bölümde eğitim var artık. Üç kamu katılım bankası faaliyet gösteriyor sektörde. Yenileri de yolda. Şimdi bunca gelişmeyi görmezden gelip devleti, daha doğrusu bu eleştiriyi yapanların üstü kapalı şekilde eleştirdikleri hükümeti eleştirmek vefasızlık olur.

Fakat beklentilerimiz yok mu? Elbette var. Özellikle ayrı bir katılım bankacılığı kanununun ve tekafül kanununun beklentisi içerisinde bu işe gönül verenler. Çalışmaları başladı. Uzun süredir devam ediyor. Sonuçları da güzel olacak. Bugün bu alanla ilgili hep Malezya örnek gösterilir. Onlar 80’de çalışmaya başlayıp 83’de İslami Bankacılık ve 84’te Tekafül yasalarını çıkarıp bu işe ciddi yatırımda bulundular. Bugün de karşılığını alıyorlar. Türkiye ile tarihi ve kültürel miras açısından bu alandaki faaliyetler söz konusu olunca miraslarının karşılaştırılması mümkün bile değildir Malezya’nın. Yüzyıl İngilizlere Çin ile olan ticaretlerinde antrepoluk yapmış, öncesinde de yine Avrupalılarca sömürülmüş bugün ise Çin’in baskısında olan, Müslüman nüfusu ülkemize göre çok düşük olan Malezya ile Türkiye’nin potansiyelini karşılaştırmak komik olur. 1000 yıldır İslam’ın sarsılmaz kalesi olmuş bir milletin potansiyelini tarif etmek çok zor. İhtiyacımız olan şeyler çok çalışmak, bu meseleyi herkese tanıtmak, her yere ulaştırmak, gelişmesi için bankacılık anlamında, akademik anlamda, hukuksal alt yapı anlamında insanüstü bir gayretle çaba göstermektir. 40 yıllık bir geçmişi var bu bankaların. Daha çok gençler. Hiçbir konuda ne geri kalmış ne de atıl kalmış durumda değiliz. Önümüz açık. Türkiye üzerine düşen tarihsel misyonunu gerçekleştirirken İslam ekonomisinin birleştiriciliğinden ve bereketinden çok ciddi fayda görecektir.

Diğer bankalara bakışınız nedir yani faizli bankalara?

Önce faize bakış açımı sormuş kabul etmem lazım ki sağlıklı bir cevap verebileyim. Bakınız öncelikle İslam’ın yasakladığı şey ribadır. Riba faizden çok daha geniş bir kavramdır. Faizi ribanın bir şubesi gibi kabul edin zihninizde. Riba fazlalık demektir. İslam’da da her türlü haksız kazanılan fazlalığı ifade eder. Faiz ise sadece paradaki fazlalığın hükmünü açıklar sadece. Halbuki riba her şeyi kapsar. Örnek vererek açıklayalım. Bir devlet dairesine gittiniz. İşinizi çözebilecek bir arkadaşınız var. Sıkıntınızı anlatıyorsunuz. Hallederiz sorun yok diyor. Siz de hemen bir yemek ısmarlamayı teklif ediyorsunuz. O memura o yemeği ısmarlamanız riba oluyor. Bir menfaat beklediğiniz bir olayda bunu yapamazsınız. Yada bir arkadaşınıza borcunuz var ve gününde ödeyemediniz parayı isteme ihtimali var, karşılaşınca hemen bir çay ısmarlıyorsunuz. Bu da riba. Ya da size borç verdi hemen arkasına bir kahve ısmarlıyorsunuz. Bu da riba. Yakında terfiniz var ve amirinize filanca yerden özel getirdim amirim deyip menfaat beklentisi ile bir kutu kuruyemiş veriyorsunuz. Bu da riba. Buradaki niyet menfaat olduğundan fazladan yapılan şeyler, yani o fazlalıklar hep riba.

Şimdi bir kere ribayı tanımladıktan sonra faize artık bu gözle bakmamız gerekiyor. Ama hala doğru değerlendirmeyi yapmak için bilmemiz gereken formüller var. Bu defa Para nedir? sorusuna cevap aramalıyız ki sıkıntı burada başlıyor.

İslam hukukunda para bakış açısı Efendimiz’in (sav) döneminde kullanılan mal para olarak nitelendirilen ve altın, gümüş, arpa, buğday, hurma, tuz olarak piyasada dolaşan maddeler üzerinden tanımlanmış ve o günden bugüne tüm Fıkhi hükümler bu para tipi üzerinden şekillenmiştir. 14 asırdır bu kaide sistemi üzerinden verilen hükümler çerçevesinde ticari ve içtimai hayatımızda bulunan bu para tanımı, 17 yüzyıldan itibaren dünya ekonomisinde yayınlaşmaya başlayan ve özü itibari ile borç senedi olan banknotların hayatlarımızın vazgeçilmezi olmasıyla ve de yine aynı dönemden itibaren kaydi para sistemi ve kısmi rezerv bankacılığının dünya ekonomisinin merkezine oturması ile ihtiyaca ve günün koşullarına cevap veremez hale gelmiştir. Hasılı bugün kullandığımız ve basıldığı andan itibaren üzerine faiz işleyen banknotlarla Efendimiz (sav) zamanında kullanılan para aynı para değildir. Bu nedenle para ve dolayısı ile faiz hakkında verilen hükümler kısaca bahsettiğim 17.yüzyılda başlayıp günümüzde tüm dünyayı esir alan büyük değişimden ötürü yetersiz kalmaktadır. İşte en büyük sıkıntı da buradan kaynaklanıyor. Dolayısıyla ribanın bir şubesi olan faiz ile ilgili hüküm verirken Efendimiz’in (sav) zamanında kullanılan para merkeze alınarak verilen hükümler tam olarak ihtiyacı karşılamıyor. Bugün bu konularda hüküm fıkıhçıları bırakın ilgili özel bölümlerde çalışmayan binlerce bankacı bile paranın nasıl ve hangi değişkenlere göre basıldığını, nasıl sisteme sokulduğunu bilmiyor. Neden mi? Çünkü hiç bir ekonomi, iktisat vs. bölümünde bu iş öğretilmiyor. Bankacının bile bilmediği bir meseleyi fıkıhçıların bilmesini beklemek çok rasyonel değil haliyle. Neden öğretilmiyor sorusunun ise cevabı yok. Bilmiyoruz. Sadece bizim ülkede değil dünyanın en prestijli ekonomi okullarında bile öğretilmiyor. Zaten ali cengiz olayı da tam burada başlıyor. “Çok acayip bir tezgah” deyip başka yorum yapmayayım ki sohbetimiz komplo teorilerine kayıp amacını kaybetmesin.

Gerçekten ilginç şeyler anlatıyorsunuz. “Kafam karıştı” desem yalan olmaz.

Bu pencereden bakınca ben diğer bankalar hakkında topluma, sanayiye, ticarete olan katkılarından dolayı külli bir değerlendirme yapmam mümkün değil. Mesele bankacılık değil zaten mesele riba. Özellikle devlet bankalarının bu ülkeye ve bu ülkenin insanına olan faydalarını görmezden gelip faiz yüzünden tüm faydalarını, tüm emeklerini reddetmek mümkün değil. Bu bankaların faiz ile işlemesinin nedeni içinde bulunduğumuz ve az önce garipliklerini ifade ettiğim para sistem. Yani kurgu bozuk. Bankalar değil. Elbette ki faizli işlem yapmalarından ötürü ilgili ayetlerle ve hadislerle muhataplar. Ama cahiliye dönemindeki insanların köleliğine bile sebep olan riba ile bugünkü borç senedi ve kaydi para sistemi temelli bankacılığın ürünü olan faiz birebir aynı mıdır? Onu bilemiyorum. Öyle bir ilmim yok. Bu sorulara cevap verecek olanlar yukarıda bahsettiğim şekilde bugünün parasının ne olduğunu bilen fıkıh alimlerince verilmeli. Zaten bu mevzu kafalarda çok oturmadığından bazı alimler zaman zaman enflasyon kadar faiz haram değildir gibi iyice kafa karıştıran açıklamalar yapıyorlar. Ama maslahat açısından baktığımızda işler yine değişiyor. Hele ki bu ülkenin katma değerli üretimler kapsamında oluşturacağı finansal zenginliğin neticesinde faizlerin Avrupa’daki gibi sıfırlandığını düşünsenize. O zaman her banka zaten yatırım ve üretim bankası olacak. İslam’a uygun bir hüviyete ulaşacak. Ortaklık temelli bir bankacılık başlayacak. O sebeple diğer bankalara bakış açım sizin beklediğinizi tahmin ettiğinim üzere kapatalım, yasaklayalım gibi reçeteler içermiyor. Kapattım, yasakladım faizi demekle bu işler olmaz. Faiz yok demekle faiz yok olmaz. Devrimle bu iş çözülmez. Evrim lazım. İran Devrim yaptı da ne oldu? Sorsanız faizsiz bankacılık yapıyorlar ama hakikat öyle değil. Faizden kurtulmanın yolu bu bankalardan kurtulmak, bu bankaları yasaklamak değil. Katma değerli üretime ve tasarrufa yönelik topyekûn bir zihniyet değişikliği ile hiç durmadan çalışıp ülkemizin zenginliğini artırmak lazım. İşte o zaman bu ülkeye dünyanın her yerinden yatırımlar ve para aktığında zaten faiz dediğimiz şey ortadan kalkacak. Fakat bahsi geçen üretimi sağlamak için ihtiyacımız olan sermayeyi bu bankalardan bulmamız mümkün değil. Çünkü bu bankalar zaten hali hazırda teminatı olanlara yatırım olanağı sağlayan bankalar. Yani bizdeki gibi mudaraba (emek sermaye ortaklığı) işi yapan bankalar değil. Şöyle diyelim ODTÜ’den mezun olduğunuz, Selçuk Bayraktar tarzı dünyayı değiştirecek bir projeniz var. X bankasına girdiniz ve projenizi anlatıp kredi istediniz. Teminat verecek bir eviniz, bakınız vs yoksa “üzgünüz” der sizi yollarlar. O mühendis arkadaşta ya hayal kurmayı bırakıp yabancı dil bilgisi sayesinde uluslararası bir mühendislik firmasında karın tokluğuna, tecrübesiz mühendis olarak işe başlar ve menşei yurtdışı olan o firmaya hizmet eder ya yurtdışında bir fırsat arar. O fırsatı yakalarsa da o büyük buluş gittiği ülkenin ekonomisine katkı sağlar. Biz de sonra milyonlarca dolar verip o ürünü satın almaya çalışırız. İki ihtimalde de kaybeden Türkiye. Ama o arkadaşa verilmeyen para bir gıda toptancısından ev ipoteği alınıp ticaret yapsın diye verilir. Birinin ülkeye katkısı 1 dolarsa diğerininki 1 milyon dolardır. Ama biz yitip giden fırsatları hiç bilmeyiz bile. İşte İslami bankacılık bu işe karşıdır. Ayette belirttiği üzere servetin belli ellerde dönüp dolaşmasın karşıdır. Fırsat eşitliği ister. Yatırım ister üretim ister. Mudaraba ise herkese fırsat tanır. Ama kurulu bankacılık sistemi yüzünden ve bu sistemin ürettiği tüketim çılgınlığı ve fırsat eşitsizliği yüzünden dilediği gibi mudaraba temelli bir bankacılık yapamıyoruz. Halbuki bu ülkenin en büyük ihtiyacı budur işte mühendislerine, bilim adamlarına bu fırsatları tanıyabilecek tek bankacılık sistemi bu. Ve be yazık ki bu bankacılık tipi şu an hiç bir İslam ülkesinde tam anlamıyla neşet edememişken Avrupa ve Amerika’da bazı farklılıklarla dört başı mamur şekilde hayat bulmakta ve dünyayı sarsacak ürünlerin oluşmasına fırsat vermektedir.

Ciddi bir beyin göçü var. Özellikle Z kuşağı diye gündeme gelen nesilde bu göçün çok daha artacağı düşünülüyor. Bir nevi bu ekonomik sistem bu göçü de engeller diyorsunuz, doğru mu anladım?

Aynen öyle. Güzel bir konuya değindiniz. Z kuşağı çok önemli. Bu çocukları gerçekten anlamıyoruz ve beklentilerine cevap veremiyoruz. Bu çocuklar teknoloji çağında doğrular. Bizim gibi milli kahramanların hikayeleri ile değil Netflix dizileri ile büyüyorlar. Kabil’deki, New York’taki, İstanbul’daki, Paris’teki, Riyad’daki çocuklar aynı dizileri izliyor, aynı müzikleri dinliyor, aynı ortak kahramanlara sahipler. Dünya vatandaşı olarak yetişiyorlar. Ortak bir kültür inşa ediliyor farkında değiliz. Milli ve manevi değerler Z kuşağında en dip tolerastalar. Rahatlıkla ülkelerini terk etmeye hazırlar. Milliyetçilik ve muhafazakarlık kavramları birkaç on sene içerisinde hiçbir şey ifade etmeyecek gibi geliyor. Ciddi bir projenin ürünü olarak hazırlanıyorlar. Gözümüzün dibindeler diye anlayamıyoruz ama inanılmaz bir global planın parçası oldu bu çocuklar. Sessiz ve derinden gidiyorlar. Günü geldiğinde büyük bir devrimin parçası olacaklar gibi geliyor bana. Bu devrimin en büyük enstrümanı da blokzincir teknolojisi olacak gibi geliyor. Devlet denen mekanizmayı tamamen gereksiz hale getirecek muazzam bir buluş. Bizler yetiştirilme kodlarımızdan ötürü tam algılayamıyoruz neler olduğunu. Ama bu çocuklar tabletlerle akıllı telefonlarla büyüdü ve yaklaşan devrime uygun bir ortak kültürle büyüyorlar. Yakın gelecekte inanılmaz olaylarla karşılaşacağız. Bu pandeminin de bunun bir parçası olduğuna inanıyorum.

Konuyu çok dağıtmadan sorunuza gelecek olursak evet, bahsettiğim ekonomik sistemin kodları değiştirilir ve fırsat eşitliği sağlanırsa savunduğum sistem Türkiye’ye teknoloji, tarım ve sanayide çağ atlatacaktır. Tüm dünyadan özellikle de bize göre daha az gelişmiş olan ülkelerden de ülkemize beyin göçü olacaktır. Bu göçün kaynağı olan ülkeler de tabii ki özellikle İslam Ülkeleri olacaktır. Bu da tarihsel mirasımız açısından da çok büyük bir fayda sağlayacak, akıl almaz siyasi gelişmelerin de kapısını aralayacaktır.

Açıkçası böyle bir sohbet olacağını tahmin etmemiştim. Gerçekten çok keyif aldım. Sıradışı bir tecrübe oldu benim için. “Son olarak neler söylemek istersiniz”deyip röportajımızı sonlandıralım.

Çok teşekkür ederim bana bu fırsatı verdiğiniz için. Benim için de çok keyifli oldu. Son sözlerimi de şöyle ifade edeyim, dünyayı ve ülkemiz çok büyük gelişmelerin eşiğinde, Mars’a hidrojen bombası atıp su üretmeye çalışan bilim insanlarının ortaya çıktığı bir tarihsel sürecin içerisindeyiz. Sanayi Devrimi’nden bu yana insanlık bu kadar büyük bir atılımın eşiğine gelmemişti. Boş kavgaları, saçma çekişmeleri bir yana bırakıp acilen teknoloji temelli üretime başlamalı, hayvani arzuları ve doymayan nefsimizi terbiye edip tasarruf etmeli ve bu tasarruflarla üretim için sermaye oluşturmalı, israfı terk etmeli, zamanın ruhuna uygun bir eğitim sistemi tesis etmeli, özellikle Z kuşağının üzerine eğilmeli, dünyayı değiştirmeye aday bu nesle ciddi yatırım yapmalı, ekonomik faaliyetlerde fırsat eşitliği sağlamalı, zenginliği tüm toplumun refah seviyesini etkileyecek şekilde dağıtmalı, tarihsel mirasımıza ve misyonumuza uygun hedefler belirleyerek yola devam etmeliyiz.

Çok teşekkürler Levent Bey.

Ben teşekkür ederim Gürçin Hanım.

Röportaj: Gürçin Gökçebağ

kaynak: orta doğu gazetesi

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir